Broş

Makbule Öztürk

Kanlı canlı genç adam… Eli başka işler de tutardı elbet ama o bu işi seçmişti. Onu bu işe çeken paraydı da içten içe asıl tutkunu olduğu şey bu işin heyecanıydı, en çok da insanların mahremine girmenin verdiği o tarif edilemez haz. Sadece altın ve para değil, ona çocukluğunu hatırlatan ve maddi değeri olmayan kişisel eşyaları da atardı çantaya. Kimbilir nelerle karşılaşacaktı bu akşamki macerasında? Bunları düşünerek bir fırt daha çekti cigarasından. Saat yaklaştça heyecanı artıyor, onu yatıştırabilmek için daha çok afyon alması gerekiyordu. Şu dünyadaki tek keyfiydi onun. Kafasının dumanlı hali, bir evi araştırırken yaşadığı heyecanın üzerini tatlı bir sis perdesi gibi kaplıyordu. Oh be, diye düşündü, ne keyif! Şu enayi insanlar ne çok şey kaçırıyordu böyle bir nimetten mahrum oldukları için. ‘’Aptallar!’’ dedi yüksek sesle ve bir kahkaha attı. Sonra kapkara ellerine kaydı gözleri. Nasıl olmuştu da böyle kararmıştı bu eller? Cigara tutmaktan mı, pis işler karıştırmaktan mı? Kararan kalbi eline bulaşmıştı belki…

Akşam olmaya yakındı. Camdan dışarı baktı, alçalmakta olan güneşin etrafına yaydığı o tatlı sıcak turuncu rengi görünce bir sevinç dalgası kapladı yüreğini. Günün en sevdiğim vakti, diye düşündü. Yavaş yavaş hazırlanmalı. Maske, eldiven, fener, her ihtimale karşı uyutucu sprey-ev boş olacaktı- ve diğer malzemelerini son kez kontrol etti. Silah, tabii yaa az kaldı unutuyordu. Hepsini hafif bir sırt çantasına doldurdu. Titreyen ellerine de bir çare bulması gerekiyordu. Hiç böyle olmazdı. Evden çıkmadan son kez çekmeliydi. Çekti de, ama biraz fazla mı kaçırmıştı? Rahatladı, gevşedi, yüzüne aptal bir sırıtış yerleştirip kapıyı çekti.

Bir saatlik bir araba yolculuğunun ardından evin önündeydi. Bir süre daha durup akşam karanlığının iyice çökmesini, evine dönenlerin sokaktan çekilmelerini beklemeliydi. Beklerken heyecan dalgası yokladı yine, midesine kramp girer gibi yapışkan bir his… Bir fırt daha. İyi ki yanında getirmişti şu mereti. Arabadan çıkıp sokağı yokladı son kez, sonra yavaş yavaş evin arka bahçesine geçti. Arka kapıdan girecekti. Kapıyı bir iki kez zorlamadan sonra açtı ve işte içerdeydi. Burnuna çarpan o tanıdık kokuyu çekti içine, havalandırılmamış eşyaların yaydığı rutubetli kokuyu. Bu koku ona küçükken yazları gittiği anneannesinin evini hatırlatırdı hep. Kokudan mı, heyecandan mı, yoksa çektiği yüksek dozdaki afyondan mı birden sendeledi, gözü kararır gibi oldu. Bir iki dakika bu hissin geçmesini bekledi sonra yavaş ve sessiz adımlarla boş evde dolaşmaya başladı. El fenerinin ışığını ayarlayıp asıl gideceği yere yöneldi: yatak odası. Burada hem ona geçmişi hatırlatan şeyler olur, hem de nedense insanlar paralarını ve altınlarını burada tutardı. Eskiden kalma bir adet işte; yastık altı parası. Kafasının dumanlı hali gittikçe yoğunlaşıyor, ara ara gözüne bulanık bir perde iniyordu. İçeri feneri tutup eşyaların yerini kavradıktan sonra yatağın başucundaki komodine yöneldi. Orada onu çeken bir şeyler olduğunu hissetti. Çekmece uzun süre kullanılmamaktan biraz tutukluk yapsa da sonunda açtı ve orada gördü işte onu. Bir broş, üzeri incilerle kaplı, oldukça zarif ve tıpkı rahmetli annesinin severek taktığı gibi. Eli titreyerek broşu almaya çalıştı ama bir şeye takılmıştı. Çekiştirdi, çekiştirdi,broş takıldığı şeyden kendini kurtardı ve iğnesi birden parmağına battı. ‘Ah’ dedi, parmağına bakınca gördüğü kandan midesi kalktı, baş dönmesi yoğunlaştı ve kendini olduğu yere bıraktı. Şimdi yatak öyle yumuşaktı ki altında...