Karanlığın Emzirdiği

Osman Adalı

KARANLIĞIN EMZİRDİĞİ ÇOCUK

Gittikçe soğuyan havaya eşlik ediyordu gözlerinin buğusu. İnsanlar hırçın bir telaş selinde evlerine doğru sürüklenirken, Nusret zamanı durdurmuşçasına mıhlanıp kalmıştı oturduğu banka. İnsanlar tarafından varlığı öylesine fark edilmiyordu ki kendisinin etrafını gizli bir perde arkasından seyrettiğini zannediyordu. Ömrünü tamamladığı için dalına tutunamayıp kendini boşluğa bırakan kuru yapraklar kadar kıymeti yoktu. Çünkü o yaprakların bile bir muhatabı var. Hayata telefon ekranından bakmayı seven gençler o yaprakların fotoğrafını çekiyorlar, kitabının arasına ayraç yapmak niyetiyle güzel olanlarını seçiyorlar. Hiç olmazsa çöpçüler yaprakların varlığını fark ediyor ve onları süpürüp atıyor. Fakat kendisinin varlığının bu dünyada bir yankısı yoktu. Gözlerine nicedir bir göz ilişmemiş, sözlerini yüreğinde misafir edecek bir yoldaş karşısına çıkmamıştı.

Eski iğne yastığında kalan son iğne gibi küflendi bakışları. Zonklayan başını gönülsüzce taşıyan bedenini tenha bir yerde bırakıp usulca uzaklaşmak istiyordu kendinden. Kötülüğün olmadığı masal diyarlarına sığınmak istiyordu çocuksu yüreği. Hayatın yükünü omuzlamakta güçlük çekiyordu artık.

Yaşayamadığı hayatı gelip geçen insanların yüzlerinden okumaya çalışıyordu. Kendince bir oyuna çevirmişti bu işi. Başka da ne yapabilirdi ki zaten. Çocuğunun elinden tutup sakin sakin yürüyen kadına iliştirdi dikkatini. Acaba nerden geliyordu? Yüzünü mesken edinen tebessümün sebebini merak ederken, kadın birden küçük yavrusuna şefkatli bir gülümsemeyle baktı. Ömrü boyunca gönül bahçesinde şefkat ve gülümseme çiçekleri yeşermeyen Nusret, annesinin yüzüne tebessüm mayalayan çocuğa uzun uzun baktı.

Gününü geçirdiği banklar iğneli fıçıya dönmeye başlayınca, şefkati başka yüzlerde seyretmenin hüznüyle gecesini geçirmek için sığındığı ara sokaklara doğru yola çıktı. Kendisini bekleyen bir ailesinin olmamasının verdiği üzüntü omuzlarına çökmüştü. Birden pantolonundaki büyük yırtık aklına geldi. Bir annesi olsaydı dikerdi yırtığını, belki de ona yeni bir pantolon alırdı. Ama yoktu.

Cebini yokladı, simit alabileceği parası olup olmadığını anlamak için. Şükür ki derdine derman olabilecek bir miktar parası vardı. Açlığını dindirecek simidi yiye yiye yaşadığı yere vardı. Yangın sonrası kaderine terk edilen bu küçük ev yıllardır meskeni olmuştu. Güneş son elveda ışıklarını yollarken, karanlık tüm yoğunluğuyla hayatına çökerken, hüznün limanına demir attı. Tek yoldaşının yalnızlık olduğu bu hayattaki varlık sebebini sorguladı uzun uzun. Ama her akşam kronikleşen bu sorgulama seansının bir çıkış kapısı olmadığını da biliyordu.

Uykuyu çekip üzerine, kapı dışarı etmek varken tüm sızılarını, kurtulamıyordu bir türlü uğuldayan gecenin pasından. Puslu havanın tekinsizliğinin verdiği ürperti esir almıştı ruhunu. Hırsızların ayak seslerinin sarhoşların naralarına karıştığı gecenin ilerleyen saatlerinde korku tüm benliğini esir alıyordu. Afyon çekenler ve uyuşturucunun her çeşidini derdine derman zannedenler sessiz sokakların ırzına geçiyordu. İnsanlar karanlıktan korkarlar Nusret ise geceleri aydınlıktan korkuyordu. Çünkü gecenin karanlığı onu kötülüklerden koruyan kara bir örtü gibiydi. Bu yüzden kendisini karanlıkta daha güvende hissediyordu. Ayrıca gözlerini açsa da kapasa da hep karanlık olduğu için uyumak da çok kolay oluyordu. İşte yine bir uykunun eşiğine gelmişti, sabah uyanacağı bir hayatı olmadığını bilse de.